Aynı şeyleri yapıp farklı bir sonuç beklemek!

Geçen yazımız “en kötü ihtimalleri” düşünmekle ilgiliydi. “En iyiye” odaklanabilmek için neler yapmamız gerektiğini ise bir sonraki yazıya bırakmıştık. Yapılması gerekenlerin bir bölümü için son dönemin modasına uyup Thomas Piketty’ye, Joseph Stiglitz’e filan atıfta bulunacağım, ama o bölümü de daha sonraya erteleyip “yapılmayanlar”dan söz etmek istiyorum. İstiyorum, çünkü bu hafta içinde Türkiye’nin iki büyük sanayi odasından arka arkaya gelen açıklamalar, koskoca bir ülkenin zamanı nasıl kötü kullanıp, ayağına gelen fırsatları nasıl teptiğinin ve bugünü kurtarmak adına kendini nasıl fakirliğe mahkûm ettiğinin en açık göstergesi.

Bu açıklamaların ilki Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) düzenlediği “Kamu Alımlarında Yerli Katkı ve Off set Paneli”nin 22 Haziran’da duyurulan sonuç bildirgesiydi. “Off set”, kamu alımlarında yerli katkı payı şartı için kullanılan bir terim ve ATO tarafından “Sanayi İşbirliği Modeli” olarak adlandırılıyor. Bildirgede, Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın başarıyla uyguladığı “alımlarda yerli katkı” koşulunun, sağlık, ulaştırma, enerji, bilgi teknolojileri ve haberleşme sektörlerinde de uygulanması gerektiği söyleniyor. Bu işbirliği modelinin başarılı olabilmesi için de Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık kurulması isteniyor. İstihdamın sağlanması ve dış ticaret açığının kapanması ile teknoloji transferi açısından önemli olan Sanayi İşbirliği Modeli’nin asıl hedefinin marka çıkarmak olması gerektiği ve bunun için de AR-GE ve ÜR-GE desteklerinin artırılması gerektiğine dikkat çekilen bildirgede, üniversitelerle işbirliği yapılmasının zorunlu olduğu da vurgulanıyor. Türkiye’nin “Orta Gelir Tuzağı”na düşmemesi için yüksek katma değerli ürünlere salih bezciyönelmesi gerektiğine yer verilen bildirgede ATO Yönetim Kurulu Başkanı Salih Bezci’nin şu sözleri aktarılıyor: “Türkiye’nin, yerli sanayiini geliştirmek ve ileri teknoloji üretmekten başka rotası yok. Yola, kamu alımlarında yerli katkı payını artırarak çıkmak zorundayız.”

Haftanın ikinci açıklaması ise İstanbul Sanayi Odası’nın (İSO) her yıl gerçekleştirdiği 500 Büyük Şirket araştırmasının sonuçlarının açıklanması vesilesiyle Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Bahçıvan’dan geldi. Bahçıvan, toplantıda yaptığı konuşmada sanayinin hak ettiği noktadan çok uzak olduğunu belirterek, son 15 yılda GSYİH içinde sanayinin payının sürekli gerilediğine dikkat çekti. Gerçekten de İSO’nun açıkladığı verilere göre 1998’de sanayi sektörünün GSYİH içinde yüzde 23,6 olan ağırlığı 2013’te yüzde 15,3 düzeyine gerilemiş durumda.

Erdal Bahçıvan’a göre bu veriler, Türkiye’de son yıllarda üretime dayanmayan, kaynağını daha çok tüketimden, hizmetler ve inşaat sektöründen alan bir büyüme olduğunu, üretimden ise uzaklaşıldığını gösteriyor. “Hepimiz artık üretimden uzaklaşılan bu döngüyü görmeliyiz. Bunu kırmak, tersine çevirmek için çalışmalıyız” diyen Bahçıvan, Türkiye’nin ancak üretime odaklanarak kaliteli ve sürdürülebilir bir büyümeyi yakalayabileceğini söylüyor.
sanayi-gsmh
Her iki oda başkanının da büyüme ve refah konusundaki iyi niyetine kuşku yok. Ancak her iki oda başkanının da çağrıları ve çabalarından sonuç beklemek ne yazık ki fazlasıyla iyimserlik olur. Zira son on yılı üretim, yatırım, araştırma ve teknoloji geliştirme açısından boşa harcamamız nedeniyle önümüzdeki on yıldan, hatta on yıllardan refah ve zenginleşme konusunda bir şeyler ummak pek gerçekçi bir davranış değil. Erdal Bahçıvan, konuşmasında, geçtiğimiz yılların kaybını “2001 ekonomik krizi sonrasında yaşanan ekonomik iyileşme ve normalleşme döneminde sanayi için göreceli daha istikrarlı koşullar oluşmuştu. Fakat bu fırsatın genel ekonomimiz ve sanayi üretimimiz için bir fırsata çevrilemediği bu tablodan da anlaşılıyor” sözleriyle özetledi.

Dünya ekonomisinin yeni büyüme dalgasında Türkiye’nin fazla bir iddiasının artık kalmadığını önceki yazılarda epey tartışmıştık. İsteyenler detaylar için geriye dönüp bakabilirler. Önümüzdeki on yıl içinde ATO’nun önerdiği gibi Türkiye’nin teknoloji transfer etmesi ve üretimde yerli katkı oranını yüzde 100’e yükseltmesi biraz zor. Bazı sektörlerde kısmen başarılsa bile, bu durum Türkiye’nin bugün olduğu gibi yarın da orta düzey teknolojiye sahip, düşük katma değer üreten bir ülke olacağını gösterir. Bu da Türkiye’yi moda deyimle “orta gelir tuzağı” ndan kurtarmaz, kurtaramaz.

Geçen on yılda, teknoloji açığını kapatmak için çalışıp önümüzdeki on yıl yeni teknolojiler üretebilecek bir altyapıyı inşa edebilseydik, elbette orta gelir tuzağını aşıp önümüzdeki 30-40 yılda milli gelirimizi 90 yıllık ortalamanın üstünde artırabilir, sürdürülebilir bir büyüme ve refah artışına kavuşabilirdik. Erdal Bahçıvan’ın dediği gibi, geçtiğimiz on yılın istikrarını dönem zenginleri yaratmak için heba edince böyle bir şansımız pek kalmadı. Sanayiden elde edilen kârın üretim veya Ar-Ge için harcanması bir yana, eldeki einsteinbütün fonlar toprak rantı, arazi spekülasyonu ve inşaat sektörüne akıtılarak bir daha çıkmamak üzere yeraltına gömüldü. Oysa bu yolun, 50’li 70’li, 80’li yıllarda kısa yoldan dönem zengini yaratmak isteyen iktidarlar tarafından sıkça kullanıldığını ve asla sonuç vermediğini hepimiz biliyoruz.

İnşaat sektörünü ekonominin lokomotifi olarak belleyip bunun sonunda toplumsal refahın artacağını ummak Einstein’ın “aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek” diye özetlediği duruma tekabül ediyor. Hal böyle olunca, başbakanlığa bağlı bir değil, üç müsteşarlık kursanız sonuç yine değişmiyor…

Yorum yapın